Feyza Yılmaz

Hukuki İlişkilerde İletişim ve Koçluk Prensiplerinin Katkısı

Borçlu olduğunu bildiğiniz bir kişinin haklı tarafı olabilir mi? Adam öldüren bir kişinin hükmü belli midir? Rüşvet veren kişi beraat edebilir mi? Suçluyu savunabilir misiniz? Hukuk mesleğini icra eden tüm hukukçuların sorması gereken sorulardan bazılarıdır bunlar. Önemli sorular! Aslında başlangıçta sorulmuştur. Tatminkar bir cevap bulunamamış, genellikle de önyargılı bakışlarla üstü örtülmüştür. Tekrar tekrar güncellenmez ve kulaktan dolma eski varsayımlarla mesleğe devam edilir.

Hukuk Fakültesi’ne başladığım ilk yıllarda bu sorularla çok ilgilendim. Suçluyu savunmamak için ceza avukatı olmam diye düşündüm ilk zamanlar. Medeni hukuka kaydırdım ilgimi. Karşıma borçlu çıkarsa kanunun söylediği kadar hakkını ararım yeter, dedim. Yalancılarla uğraşamazdım ne de olsa. Derken zamanla hukukun hak aranabilecek neredeyse tüm branşlarını tek tek elemiştim. İnsan hakları savunucusu olmak en temiz iş gibi geldi nihayet. Sadece insanca yaşamak için temel metinleri düzenler, gerisine karışmazdım ne de olsa.

Muhatabınızı Anlamak

Karşılaştırmalı hukukta çalıştıkça, fakültede alanlara sıkıştırdığımız konuların insan hayatları üzerinde ne kadar belirleyici olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Mülteciler, dayak yiyen çocuklar, sağlık hakkına erişemeyenler, temiz su bulamayanlar, insanların talepleri üzerinden arz politikası yaratan şirketler, olağanüstü hâl sebebiyle yerine getirilmeyen edimler, en temel özgürlükleri sınırlayan siyasi kararların dokunulmazlığı, kasıtlı düşmanlıklar, maddi manevi mobbing uygulayarak karşı tarafın hayatını zindana çevirme, hatta bazen karşı tarafın bunu hak edecek sözleşmeye aykırı davranışları! Bezmiştim. Bir yolu olmalıydı. Ele aldığım tüm study caselerde yol gösterici hukuki düzenlemeler ve belli başlı prensipler vardı. Ancak, insan eksikti.
Avukatlık stajına başladığım zaman, aldığım eğitimlerde bize en temel prensip olarak öğretilen cümle şöyleydi: “Müvekkil, sizin en büyük düşmanınızdır.” Hukuk sistemi bunun üzerine kurulmasa bile, hukuku icra edenler davalara bu ilkeyle yaklaşırlar. Müvekkiliniz büyük bir olasılıkla size yalan söylemektedir! En iyi ihtimalle olayın önemsiz kısımlarını anlatarak vaktinizi almaktadır.
Hukuki yardım ilişkisinin başladığı noktada avukatın ve müvekkilin durumu şudur: Her ikisi de birbirine karşı olumsuz duygular beslemektedir. Bu olumsuz duygulardan kanun kitaplarında ya da verilen hükümlerde bahsedilmez. Ancak verilen kararlara tahminlerin ötesinde tesir eder. Çünkü anlamadığınız bir kişiyi savunmazsınız!

Karşı Tarafı Nasıl Anlarsınız?
Bir müvekkil ile hukuki ilişki içerisine girildiği ilk andan itibaren bir iletişim süreci başlar. Bu iletişim etkin olduğu ölçüde buğulu noktalar berraklaşır. Meselenin özü açığa çıkar. Talepler netleşir. Ne var ki, -meslekte az biraz tecrübe edinmiş meslektaşlarım beni çok iyi anlayacaklardır- iletişim hukuki süreçlerin en zor kısmıdır.

Avukatlar ve müvekkillerin büyük bir çoğunluğu, “insan” olma özelliğine ikincil yaklaşır ve sonuç odaklı hareket eder. Ancak müvekkil hangi veriyi ne şekilde ifade etmesi gerektiği bilgisinden yoksundur. Olaya hakim olmayan, fakat kanunu bilen avukatlar ise karşı tarafın olayla birlikte kendisine getirdiği duygularını dava bakımından değersizleştirme eğilimindedir. Oysa hukuki işlemler büyük oranda sürecin doğumudur. İşte bu süreç, etkin iletişim sağlandığı ölçüde sağlıklı gerçekleşebilir. 
Kavramların Netleştirilmesi
Hukuka konu olan olaylarla karşılaşıldığında ilk yapılması gereken sıkça kullanılan kavramlarım epistemolojik düzeyde netleştirilmesidir. Ceza hukukuna konu olan suçlar ve medeni hukuka konu olan tüm borçlar, kanunilik ölçüsünde hukuki bir değer ifade eder.

Aslında hukuki düzenlemelerde suç teşkil etmeyen ya da borç doğurmayan tüm davranışlar doğrudur diyemeyiz. Benzer şekilde hukuk düzeninde suç kabul edilen veya bir şekilde yükümlülük doğuran kanuna aykırı davranışlar da topyekûn yanlış olmayabilir. Hukuka müdahil olan ve hukuki süreçte etkin rol oynayan aktörler zaman zaman kavramları silkeleyerek temizlemelidirler.

Suç kavramını ele alacak olursak, avukatların genel olarak suçluyu savunduğu düşünülür. Oysa avukat suç işlediği iddia edilen kişiyle uğraşmaz. Bu kişinin gerçekte suç işlemiş ya da işlememiş olması önemli değildir. Avukat, suç işlemiş bir kişiye hak etmediği bir beraat talep etmez. Avukatın savunduğu şey suçtur. Her suç bir savunmayı hak eder. Jaqoues Verges “Ben suçu değil, suçu işleyeni savunuyorum.” demiştir. Onun tutkusu savunmaktır. Hatta düşmanı savunmanın, avukat için bir onur olduğunu ifade ederek bakış açısıyla önyargıları alt üst etmiştir. Suç, suçun failinden bağımsız ele alınabildiği ölçüde adalete yaklaşılabilir.

Ceza hukukunun dışında avukatın vekalet ederken daha az günaha (!) girdiği düşünülen medeni hukuka konu olan davalarda dahi duygular belirleyici olmaktadır. Aile hukukuna konu olan bir davada şiddet gibi haklı bir sebeple kesinlikle mağdur olan bir kadın, dava sürecinde hukuki hakkını aramıyor, vekilini ve hukuki davayı adeta intikam alıcı bir maşa olarak görüyordu. Benzer şekilde görünüşte ticari olan bir davada, sonuçların büyük ölçüde belirli olduğu sözleşmeye aykırılıklar kişisel algılanmış, dava müvekkil tarafından sözleşmeye aykırılık değil, hakaret davası gibi ifade edilmişti.

Hukuki Problemi Belirlemede Avukatların Durumu
Hukuki davalarda avukatlardan beklenen hukuksal sorunu tespit etmektir. Toplumun içinde bulunduğu sosyolojik dönüşüm, kavramların içinin boşaltılması, müvekkillerin gösterdiği aşırı tavırlar gibi sebeplerle avukatlar hukukta etken olması gerektiği halde edilgen bir yerde konumlanmaktadırlar. Kendini ve davayı koruma içgüdüsüyle açığa çıkan bu davranış, hukuktan beklenen adaleti engellemektedir.

Davaların sonunda hakkaniyetin sağlanmadığı bir dizi dilekçe ve kararlardan oluşan hukuksal yazılar birikirken bir yandan müvekkillerin hukuka güveni azalmakta, diğer yandan avukatlar da azımsanamayacak derecede yıpranmaktadır.
Hukuki Süreçlerde Koçluk Yaklaşımı 
Avukat psikolojik sorunların çözüm mercii değildir. Ancak davaya yaklaşımında ortaya koyduğu farklılık pek çok davayı aydınlatabilir. Bu nedenle davanın en belirleyici kısmını, avukat-müvekkil ilişkisini koçluk yaklaşımlarıyla yeniden ele almak gerekir.

Koçluk felsefesinde danışan kişi dinlenmeden önce zihinsel hazırlık yapılır. Zihin, daha önceden sahip olunan tüm yargı ve kurgulardan arındırılarak tam anlamıyla seansa hazır hale getirilir. Avukatların durumuna bakıldığında adliye koridorlarından müvekkil görüşmesine yetişmeye çalışan ve zaman kavramını kaybetmiş senaryolarla karşılaşırız. Bu durum adalet sisteminin olduğu kadar, hukuki aktörlerin durumu kabullenmelerinden de kaynaklanıyor olabilir. İlkelerini belirleyen bir avukat öncelikle müvekkil görüşmesi saatlerine sadık kalmalıdır. Gece aranmak istemiyorsa uygun bir şekilde ifade ederek tutarlı davranmalıdır.

Zamana yetişmeye çalışan bir avukattan görüşmeye zihinsel hazırlık yapmasını beklemek çok zordur. Bu şartlar altında kendi tecrübelerinden tamamen bağımsız olmasa da, önyargısız bir bakış açısıyla olayı dinleyemeyecektir. Fark edilmeyen ve öngörü boyutunu aşan yargılar, avukatın davayı aydınlatmasına kendisi tarafından oluşturulan engellerdir. Oysa her olay kendine özgüdür. Bir hayat hikayesidir. Hikayedeki bir nokta, sonucu da değiştirebilir.

Avukatlar genellikle müvekkillerin gereksiz aramalarından şikayet ederler. Olaya müvekkil açısından bakıldığında ise müvekkil ile avukat arasında güven bağı kurulmadığı gözlemlenir. Müvekkil avukata ulaşmaya çalıştığında ulaşamaz. Avukat bazen işi olduğu için bazen verecek bir cevabı olmadığı için iletişime geçmez. İletişime geçtiği anda olaya hakim olduğu ispatlama gayretine girer. Ancak bu durum genellikle yetersiz kalır ve kısır döngü uzayıp gider.

Yeterli duygu geçişi ve doğru olay aktarımı yapılmayan hukuki olaylar, avukatlar tarafından doğru yönlendirilemeyecektir. Avukatların önemli bir bölümü, olay ve olayı yaşayan kişinin hikayesi arasında tam bir farkındalık elde edemeden hukuki süreci başlatır. Hukuk ise açılan davadan öte bir sürecin sonucudur. Avukat-müvekkil-mahkeme üçgeninde uzun soluklu yazı trafiğiyle ilerler. Bu süreci kısaltmak ve efektif kılmak için avukatın yapabileceği en önemli şey, müvekkiline güçlü ve doğru soruları sorabilmektir. Zira doğru cevap doğru soruya verilebilir. Aksi halde kendini tam olarak ifade edemediğini düşünen bir müvekkil ve müvekkil tarafından çoğu defa yetersiz görülen avukat aylarca yıllarca birbirine tahammül etmesi gerekir.

Koçluk felsefesiyle hareket eden bir avukat, müvekkilin karakterini, içinde bulunduğu nesli ve temsil sistemleri hakkında bir öngörüde bulundurarak veri elde etmeye çalışır. Müvekkili için en sağlıklı yöntem hangisiyse, müvekkilin kendisini o şekilde ifade etmesine olanak sağlar.

Kendisini aşan ya da ilerlemediğini düşündüğü davalarda, avukatın samimi bir tutumla durumu müvekkiline ifade etmesi gerekir. Devam etmesi kısa süreli bir çözüm gibi görünse de, uzun vadede avukatın prestijini zedelenir ve müvekkilin beklediği adalet sağlanamaz.

Adalet Boşluğu
Şeytanın Avukatı filminde şeytana hayat veren Al Pacino’nun ifadesiyle “Kibir, şeytanın en sevdiği günahtır.” Hayatın pek çok alanında olayları farkında olduğumuz veya olmadığımız ancak bize ait gözlüklerle algılarız. Hayatta sahip olduğumuz rollerin üzerimizde etkisine göre orantılı ya da orantısız dağılmış paradigmalarımız vardır. Bu nedenle algılarımızın beynimizdeki karşılıklarına göre çoğu zaman otomatik bir tepki veririz. Olaylar ise gerçekte, bireysel algılardan çok daha fazlasıdır. Olaydaki gerçeklik ve hukuka konu edilen bölümü arasındaki uçurum, büyük bir adalet boşluğudur!

Hukuka konu olan olaylarda davaların konusu, kanunilik ölçüsünde bir değer taşır. Kanunda olay veya ilkesel bazda yer bulamayan hiçbir şey hukukun konusu da değildir. Günlük hayatta yaşananları hukuki ilişkilere konu edenler avukatlardır. Bir hukuki ilişkide avukat, savcı, hakim ve müvekkilin mutlaka belirli bir payı bulunur. İşte bu pay, hukuka konu olan olayların objektif özelliklerinin davaya yansıtılmasının yanında sübjektif yönlerinin de ilkesel düzeyde göz önünde bulundurulmasıyla adil şekilde dağıtılabilir. Paylarımızın belirleyicisi ise, bakış açısıdır.

Hukuki davalarla ilgili önemli bir yanılsama, davaların sadece hukuki süreçlerden ibaret zannedilmesidir. Ancak davaların bilincin dışında kalan boyutunun dava üzerindeki etkisi, bilincin aktif olduğu kısımdan çok daha etkilidir. Avukatların müvekkilleri ile olan ilişkilerinde, savcı ve hakimlerin önlerine gelen davalarda en azından asgari düzeyde psikolojik yaklaşımlardan faydalanılması kurtarıcı olur. Bu noktada insanı, sahip olduğu karakter, içinde bulunduğu nesil ve kendilerini ifade ediş tarzları bakımından bağımsız bir öge kabul ederek önyargısız ele alan koçluk prensiplerinden destek almak etkili bir yöntem olabilir.

 1. İletişimin ve medya algısının üstü kapalı bir şekilde hukuksal süreçleri nasıl etkilediğine dair bkz. Handan Sena Lezgioğlu Özer, Latent Mediatization of Judiciary in Turkey, Cinius Yayınevi, 2009.

Feyza Yılmaz

Lawyer, Academic Coach

FEYZA YILMAZ
fyfeyzayilmaz@gmail.com
Germany
Created with